Ana içeriğe atla

HİPOKRAT’IN YENİDOĞAN BEBEKLERİ ÖLDÜREN ŞİFACIYA VERDİĞİ DERS

  M.Ö. 400 yılında, Halikarnas'ın karşı kıyısında, Kos Adası’nın tepesine kurulmuş bir köy vardı. Çevre adalarda “mutluluk ve bereket şehri” olarak bilinen bu yer, son yıllarda tüm neşesini kaybetmişti. Tarlalarındaki ekinler kuraklıktan kavrulmuştu. Kıyılarına balıklar uğramaz olmuştu. Halk, balıkçı kasabasından ve diğer adalardan gelen yiyeceklerle zar zor geçiniyordu. 



 Köyü sarsan asıl tehlike kuraklık ya da açlık değildi. Köyün içinde herkesin sessizce fısıldadığı, ancak kimsenin cesaret edip adını anmadığı bir sır vardı. Son zamanlarda doğan her bebek hastalıkla boğuşuyor ve bir süre sonra yaşamını yitiriyordu.

 Bu köyde yaşayan Hipokrat adında ünlü bir şifacı vardı. Onun ünü, sadece hastaları iyileştirmesiyle değil, aynı zamanda doğanın kanunlarını anlaması ve insanlara hayatın anlamını öğretmesiyle de yayılmıştı. Bir gün, yaşlı bir kadın herkesin gözlerinden kaçırdığı torunuyla birlikte gizlice Hipokrat’ın yanına geldi. Kadın, kucağındaki bebeği gösterdiğinde, Hipokrat gözlerinde bir gölge hissetti.


 Bebek, hiç kıpırdamıyordu. Derisi bembeyazdı ve ince bir ip gibi damarlar alnında belirginleşmişti. Hipokrat, bu bebeğin ölümün kıyısında olduğunu hemen anlamıştı. Kadın, “Tanrıların laneti bu, hepimizin başına gelecek,” diye fısıldadı. “Köyde hiçbir bebek uzun yaşamıyor!”

Hipokrat, kadını teselli etmeye çalıştı. Kadın olduğu yere çöküp, ağlayarak her şeyi anlattı: Doğumda ebe olarak gelen şifacı kadın Rhea’nın, bebeğin ağzına bir iksir damlattığından bahsetti. Hastalanan bebek, günlerdir şifacı kadının evinde, diğer hasta bebeklerle iyileşmeyi bekliyordu. Kadın, torununun haline artık dayanamamış ve onu gizlice kaçırıp Hipokrat’a getirmişti. 


 Hipokrat, çocuğun neden ölmek üzere olduğunu anlamaya çalıştı. Ancak burada bir hastalık değil, daha karanlık bir şeyler vardı. Köyün ortasında, sessiz ve ürkütücü bir hasta evi, yaşlı bir şifacının kontrolünde yıllardır çevre adalardaki hastaları kendine çekiyordu. Hipokrat, bu gizemli hasta evinin köydeki bebek ölümleriyle bağlantılı olduğunu düşünüyordu.


 Ertesi gece, Hipokrat köydeki bu eve gizlice girdi. Loş odalarda, inleyerek uyuyan hastalar ve odalarda bir köşede bakımsız bırakılmış bebekler gördü. Bu insanları buradan kurtarmalıyım, diye düşündü. Duvarlarda kanla çizilmiş gizemli işaretler, çömlekler içinde hazırlanmış zehirli iksirler buldu. Hipokrat, olanları dehşet içinde izlerken, bu durumun tıp ve ahlak adına korkunç bir sapkınlık olduğunu anladı. 

 O gece, o evde  karşılaştığı bu çarpık ritüel, Hipokrat’ın hayal bile edemeyeceği bir zalimliğin yansımasıydı. Bebekler tanrılara adak olarak sunuluyor, köy halkı ise bu ritüelin farkında olmadan bir parçası oluyordu. Tırnağına zarar gelmesinden korktukları, gözlerinden sakındıkları bebekleri için şifacıya boyun eğip, ona gümüş para ödüyorlardı. 


 Hipokrat, sabaha kadar bütün köyü dolaşarak, her kapıyı çalıp olayı bir bir anlattı. Sabah, öfkeli bir grupla şifacının evine gelip kapıyı çaldı. Kapı açıldı. Şifacı Rhea'ya yaklaştı ve ona dönerek, “Sen insan bedeninin kutsallığını çiğniyorsun,” dedi. “Bu bebekler tanrılar için değil, senin acımasızlığın ve açgözlülüğün için ölüyor.” 

Şifacı bir an için duraksadı, neye uğradığını şaşırmıştı. Ancak yüzünde hiçbir pişmanlık belirtisi yoktu. Hipokrat, bu zalimliğin sona ermesi gerektiğine inanıyordu, “anlat her şeyi!” diye haykırdı. 

Şifacı Rhea, bebeklere farklı ilaçlar veriyor, onların ölüme yaklaştıkça daha fazla acı çektiğini gözlemliyordu. İşte bu acı, tanrıları daha da memnun edecekti. Rhea’nın makamını yükselteceklerdi. Şifacı, tanrılardan işaretler aldığını ve bu bebeklerin kurban edilmesi gerektiğini söyledi. Ona göre, köyde refah ve bereketin devam etmesi için tanrılara sürekli yeni doğmuş bebekler sunulmalıydı. 

 Gözü yaşlı babalar ve anneler Rhea’nın üzerine atılarak onu tekmelemeye başladı. Kadınlar çığlıklar atarak onun saçlarını yoldu. Yıllardır insanlara verdiği acının cezasının karşılığını aldı. Hipokrat evin içinde hasta bir bebeğin olduğunu gördü. Gidip onu kucağına aldı ve köy halkına dönerek, “Bu bebeği yaşatacağız. Onu tanrılar değil, bizler iyileştireceğiz. Sağlık ve bereketin ilk şartı, doğaya ve insan yaşamına duyulan saygı ve sevgidir!” dedi. O an, köyde büyük bir değişimin başlangıcı oldu. Hipokrat, bebeklerin ve insanların yaşam hakkını savunarak ve bu alanda çalışmalarını ilerleterek modern tıbbın temellerini atmış oldu. Bu karanlık ritüeller ve batıl inançlar yavaş yavaş yok oldu.

 Hipokrat’ın yaşadığı antik Yunan döneminde tıp ve ahlak üzerine düşünceler henüz bugünkü kadar net ve kurallarla sınırlı değildi. Ancak Hipokrat, o dönemde insan yaşamına değer veren ve bu konuda daha etik bir yaklaşımı savunan bir figürdü. Antik dönemde bile, insan yaşamı her zaman büyük bir önem taşımıştı. Ve insanlık asla bu kadar alçalmamıştı. 



Not: Hikaye ve nft resimler telif hakları yasası gereği izinsiz kullanılamaz. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hintli Rahul'un Altın Rüyası

Bir zamanlar Varanasi şehrinin dar ve yoksul sokaklarında, Ganj Nehri’nin kıyısında yaşayan bir adam vardı. Adı Rahul’du. Rahul, eşi ve üç çocuğuyla derme çatma kerpiç bir evde yaşardı. Ailesine bakmak için her gün nehre iner ve sularını eşeleyerek altın parçacıkları arardı. Nehir, yüzyıllar boyunca zengin toprakları taşıdığı için altın da taşıyabilir, diye düşünüyordu. Bu düşüncesinde haksız da değildi. Her seferinde olmasa da, eleğin dibinde birkaç parça altın çamurun arasından ona göz kırpabiliyordu. Büyük bir sevinçle onları yıkayıp kesesine koyardı. Sonra malzemesini bir güzel yıkayıp evinin yolunu tutardı. Belli bir miktar biriktirdikten sonra onları eritip iki ayrı levha haline getirirdi. Altını eritip kalıba döküşünü karısı ve çocukları uzaktan büyük bir merakla izlerdi. Levhaları soğutunca onları parlatır ve meraklarını gidermeleri için onlara verirdi. Küçük kızı ve karısı gözleri ışıldayarak altının güzelliğine hayran hayran bakarlardı. Ne kadar da güzellerdi. Sonra Rahul alt

SÜMERLERİN EN AHLAKLI İNSANI KASAP DUMUZİ'NİN HİKAYESİ

  Sümer topraklarının bereketli şehirlerinden biri olan Lagaş'ta, Dumuzi adında genç bir kasap yaşardı. Dumuzi, kasaplık mesleğini babasından öğrenmiş, küçük yaşlardan itibaren hayvanları nasıl dikkatle seçip kestiklerini, nasıl etleri temiz bir şekilde hazırladıklarını gözlemlemişti. Babası ona hep, “Kasaplık sadece hayvan kesmek, eti kemikten ayırmak değildir. İnsanların sofralarına helal lokma koymak, onlara güven vermek ve ahlakla çalışmak demektir,” diye tembihlerde bulunurdu. Babası ölünce Dumuzi, babasının mirası olan bu dükkânı devraldı. Genç adam sadece babasının işini sürdürmekle kalmayıp, mesleğini ahlaki değerlere dayandırarak bir adım ileri taşımayı hedefledi. Dumuzi, etin tazeliğine ve kalitesine çok önem verirdi. Şehirdeki diğer kasapların çoğu, ellerinde kalan etleri uzun süre bekletir, hatta bozulmuş eti satırla çekip, çeşitli bitkilerle kokusunu bastırır, satmaya çalışırdı. Ancak Dumuzi, asla bu yolu seçmedi. “Namus ve ahlak, kazandığın altından daha değerlidir,”

Zenginliğe Giriş Dersleri 3: Birikim Yapmanın Dayanılmaz Hafifliği

  İki hafta önce Antalya’da düzenlenen küçük çaplı bir bayi toplantısına davetliydim.   Yanılmıyorsam 6 Temmuz akşamıydı. Çıkışta buraları iyi bilen, genç müteşebbis dostum Murat ısrar etti: “Hocam Millilerimizin maçı kaçmaz. Mutlaka izleyelim.” “Olur” dedim. Kırmadım. Ne yalan söyleyeyim, ben de izlemeyi çok istiyordum, ama biraz yorgundum. Konyaaltı’nda sahil boyunca birkaç mekâna girmeyi denedik ama ne mümkün! Hınca hınç dolu her yer. “Hocam bir de millette para yok diyorsunuz, bakın halk hep dışarıda!” diye takıldı bana Murat. “İnşallah maç bitmeden bir yerlere otururuz” diye karşılık verdim ben de. Biraz bozuldu. Mekanların ve AVM’deki yiyecek-içecek, giyim bölümlerinin sürekli dolu olmasının nedenlerinden biri Türkiye’deki ortalama %5’lik “kaymak tabaka”dır.   İkincisi dışarıdan gelen gurbetçiler ve turistler, üçüncüsü de, herkese ekmek su gibi dağıtılan yüksek limitli kredi kartlarıdır. Kredi kartı faizlerinin yükselmesiyle kartlar arasında aktar-dönder yapanların bir s