Ana içeriğe atla

EL CEZERİ’NİN HAYAL MAKİNESİ

 Son zamanlarda gençlerin gözlerinde umutsuzluk görüyorum. 

Hiçbir şey başaramamanın, ya da başaramayacak olmanın verdiği bezmişlik. 

Moda deyimiyle ‘tükenmişlik sendromu’. 

“Sen uçak yapamazsın, tank yapamazsın, dediler, yapılmışını satalım! 

Sen araba üretemezsin, en iyisi bizde! Al kullan! 

Telefon üretmek senin neyine, al işte, en iyisi bizde var, kapat fabrikanı!” diye diye bizleri kendi pazarları haline getirdiler. 

“Ne yaparsa, en iyisini onlar yapar!” fikrini kafamız soktular. 

Artık bu düşünce yavaş yavaş değişiyor. Değişmeli!

Bu topraklar ne mucitler gördü, herkes bilmeli. 

Gelin, en başından anlatayım: 



Bundan yıllar yıllar evvel, 12.yüzyılın sonlarında, Artuklu Beyliği'nin görkemli saraylarından birinde, dönemin en büyük mucitlerinden biri olan El Cezeri yaşıyordu. Dicle Nehrinin kıyısında küçük bir atölyesi vardı. Çocukluğundan beri mekanik ve matematiğe olan ilgisi onu kimsenin anlamadığı icatlar yapmaya yönlendirmişti. 

Sibernetiğin ilk adımlarını attığı ve ilk robotu yapıp çalıştırdığı kabul edilen Cezerî'nin, ünlü sanatçı Leonardo da Vinci'ye ilham kaynağı olduğu bilinmektedir. 

Onun yaptığı her makine, etrafındakilere bir mucize gibi görünüyordu. Su kaldırma sistemlerinden, karmaşık zaman ölçüm cihazlarına kadar birçok makineyi tasarlıyor, dönemin hükümdarları ve bilim insanları tarafından takdirle karşılanıyordu. 

Ama El Cezeri, henüz aklındaki en büyük fikri hayata geçirememişti: Kendi kendine hareket edebilen ve insanlar gibi düşünebilen bir makine.

Bir gece El Cezeri, rüyasında kendini dev bir saatin içinde gördü. Bu saat dişlilerle dolu, karmaşık ama kusursuz işleyen bir düzene sahipti. Saati inceledikçe, her dişlinin ve çarkın bir bütünün parçası olarak nasıl bir araya geldiğini anladı. Uyandığında kalbi hızla atıyordu; sanki bu rüya ona bir mesaj veriyordu. O anda aklına gelen fikir, insan benzeri bir robot yapmaktı. Ama bu robot sıradan bir mekanik oyuncak değil, içindeki su ve hava akışlarını kullanarak hareket edebilen bir varlık olacaktı.


Bir yıl boyunca El Cezeri günlerini bu projeye adadı. Çeşitli malzemeler kullandı: pirinçten yapılmış ince borular, bakır dişliler, mermer bloklar ve ipekten yapılmış hassas bezirganlar… En sonunda “Hayal Makinesi” adını verdiği, insana benzer bir şekle sahip olan mekanik robotunu tamamladı. Robotun içine yerleştirdiği su ve hava mekanizmaları sayesinde, hareket edebiliyor, kollarını kaldırabiliyor, hatta başını çevirebiliyordu. Hayal Makinesi’ni Dicle’nin kıyısına yerleştirdi. Ona suyla dolu bir kap monte etti. El Cezeri’nin talimatıyla, makine su kabını doldurdu, kaldırdı ve boşalttı.

El Cezeri’nin icadının büyüsü hızla bölgeye yayıldı, hatta Bağdat’a kadar ulaştı. Sultan bu mucizeyi kendi gözleriyle görmek için El Cezeri’yi saraya davet etti. El Cezeri ve Hayal Makinesi, sarayın büyük salonuna girdiklerinde herkes nefesini tutmuştu. El Cezeri’nin sadece mekanik bir varlık olarak gördüğü makine, saraydakilerin gözünde canlanmış gibiydi. Sultan ona hayranlıkla baktı ve “Bu nasıl bir büyü? Bu makinenin içindeki ruh kime ait?” diye sordu şaşkınlıkla. El Cezeri gülümseyerek, “Bu, insan aklının ve doğanın bizlere sunduğu bir armağandır. En etkili büyü ilimdir, matematik ve fiziktir!” dedi.

El Cezeri hayatı boyunca birçok icat yaptı. Yaptığı en büyük icat belki de Hayal Makinesi oldu. O andan sonra El Cezeri’nin adı, zeki bir mucit ve yenilikçi bir düşünür olarak dilden dile anlatıldı. Hayal Makinesi ise nesiller boyu insanların hayal gücüne, makinelerin ve robotların üretimine ilham vermeye devam etti. El Cezeri’nin imzasını taşıyan bir efsane olarak yaşadı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hintli Rahul'un Altın Rüyası

Bir zamanlar Varanasi şehrinin dar ve yoksul sokaklarında, Ganj Nehri’nin kıyısında yaşayan bir adam vardı. Adı Rahul’du. Rahul, eşi ve üç çocuğuyla derme çatma kerpiç bir evde yaşardı. Ailesine bakmak için her gün nehre iner ve sularını eşeleyerek altın parçacıkları arardı. Nehir, yüzyıllar boyunca zengin toprakları taşıdığı için altın da taşıyabilir, diye düşünüyordu. Bu düşüncesinde haksız da değildi. Her seferinde olmasa da, eleğin dibinde birkaç parça altın çamurun arasından ona göz kırpabiliyordu. Büyük bir sevinçle onları yıkayıp kesesine koyardı. Sonra malzemesini bir güzel yıkayıp evinin yolunu tutardı. Belli bir miktar biriktirdikten sonra onları eritip iki ayrı levha haline getirirdi. Altını eritip kalıba döküşünü karısı ve çocukları uzaktan büyük bir merakla izlerdi. Levhaları soğutunca onları parlatır ve meraklarını gidermeleri için onlara verirdi. Küçük kızı ve karısı gözleri ışıldayarak altının güzelliğine hayran hayran bakarlardı. Ne kadar da güzellerdi. Sonra Rahul alt

SÜMERLERİN EN AHLAKLI İNSANI KASAP DUMUZİ'NİN HİKAYESİ

  Sümer topraklarının bereketli şehirlerinden biri olan Lagaş'ta, Dumuzi adında genç bir kasap yaşardı. Dumuzi, kasaplık mesleğini babasından öğrenmiş, küçük yaşlardan itibaren hayvanları nasıl dikkatle seçip kestiklerini, nasıl etleri temiz bir şekilde hazırladıklarını gözlemlemişti. Babası ona hep, “Kasaplık sadece hayvan kesmek, eti kemikten ayırmak değildir. İnsanların sofralarına helal lokma koymak, onlara güven vermek ve ahlakla çalışmak demektir,” diye tembihlerde bulunurdu. Babası ölünce Dumuzi, babasının mirası olan bu dükkânı devraldı. Genç adam sadece babasının işini sürdürmekle kalmayıp, mesleğini ahlaki değerlere dayandırarak bir adım ileri taşımayı hedefledi. Dumuzi, etin tazeliğine ve kalitesine çok önem verirdi. Şehirdeki diğer kasapların çoğu, ellerinde kalan etleri uzun süre bekletir, hatta bozulmuş eti satırla çekip, çeşitli bitkilerle kokusunu bastırır, satmaya çalışırdı. Ancak Dumuzi, asla bu yolu seçmedi. “Namus ve ahlak, kazandığın altından daha değerlidir,”

Zenginliğe Giriş Dersleri 3: Birikim Yapmanın Dayanılmaz Hafifliği

  İki hafta önce Antalya’da düzenlenen küçük çaplı bir bayi toplantısına davetliydim.   Yanılmıyorsam 6 Temmuz akşamıydı. Çıkışta buraları iyi bilen, genç müteşebbis dostum Murat ısrar etti: “Hocam Millilerimizin maçı kaçmaz. Mutlaka izleyelim.” “Olur” dedim. Kırmadım. Ne yalan söyleyeyim, ben de izlemeyi çok istiyordum, ama biraz yorgundum. Konyaaltı’nda sahil boyunca birkaç mekâna girmeyi denedik ama ne mümkün! Hınca hınç dolu her yer. “Hocam bir de millette para yok diyorsunuz, bakın halk hep dışarıda!” diye takıldı bana Murat. “İnşallah maç bitmeden bir yerlere otururuz” diye karşılık verdim ben de. Biraz bozuldu. Mekanların ve AVM’deki yiyecek-içecek, giyim bölümlerinin sürekli dolu olmasının nedenlerinden biri Türkiye’deki ortalama %5’lik “kaymak tabaka”dır.   İkincisi dışarıdan gelen gurbetçiler ve turistler, üçüncüsü de, herkese ekmek su gibi dağıtılan yüksek limitli kredi kartlarıdır. Kredi kartı faizlerinin yükselmesiyle kartlar arasında aktar-dönder yapanların bir s