Ana içeriğe atla

SÜMER MEDENİYETİNE SON VEREN İLK GÖÇÜN HİKAYESİ


Sümerliler Orta Asya'dan Mezopotamya’ya göç ederek gelmiş bir kavimdi. Yerleştikleri güney Mezopotamya'da, Dicle ile Fırat'tan gelen bereketin kudretiyle üstün bir medeniyet inşa ettiler. Zenginleşen halk dünyevi zevklerden payını almak istedi. Kimi artık tarlada çalışmak istemedi. Kimi çobanlığı küçümser oldu. Bazı insanlar, çoban ve amele ihtiyacını karşılamak için, ülkenin kuzeyinden gelen Akadların Sümer topraklarına girmelerine izin verilmesinin uygun olacağını düşündü. Onlara kapılarını açıp iş verdi. Bu göçün ülkeye zarar vereceğini ileri sürenler de, bir süre sonra karın tokluğuna çalışan bu kölelerin varlığını kanıksadı.

Akadlılar, kuzeyden gelen göçebe bir halktı. Yurtları kuraklıkla kavrulmuş, yıllardır süren kıtlık, halkı yaşam mücadelesine itmişti. Göç ederken Sümer’in bereketli, sapsarı ovalarına ulaşacaklarını hayal ediyorlardı. Bu toprakların zenginliği onları düşman ya da istilacı olarak değil, göçmen olarak getirmişti. Onların amacı savaş açmak değil, çalışarak hayatta kalmaktı.

Büyük liderleri Sargon, halkının başında, topraklarına yeniden huzur ve güven getirecek bir yer arıyordu. “Bizler savaşçı değiliz,” dedi en yakın adamı Tiglat'a. “Biz yalnızca iyi bir hayat peşindeyiz. Sümerliler bizi kabul ederlerse, onların yanında durur, onlarla birlikte yaşarız.”

Ama Sümer halkı, git gide sayıları artan bu insanlardan korkmaya başlamıştı. Ur’un pazarında toplanan köylüler, kapılarına dayanan yabancıları kuşkulu bakışlarla izliyorlardı. Kâhin Enmer, halkı uyarmıştı: “Bu topraklara gelen her yabancı tehdit taşır. Onları şehre kabul ederseniz, medeniyetiniz yok olacak.” 

Kral Lugal, halkının güvenini kazanmak için Enmer’in dediklerine kulak verdi ve kapıların kapalı kalmasını emretti.

Fakat zaman geçtikçe, Akadlılar Sümer sınırlarında kamp kurmaya başladılar. Ur’un bereketli tarlalarının kenarına çadırlarını diktiler. Sayıları giderek arttı; aralarına çocuklar, kadınlar ve yaşlılar da katıldı. Zamanla, bu göçmenlerle Sümerli köylüler arasında bir alışveriş ve dayanışma doğdu. Akadlılar Sümerlilerin işlerine yardım ediyor, karşılığında yiyecek ve barınak buluyorlardı. İki halk arasında bir dostluk yeşermeye başlamış gibiydi.

Bu dostluk, Ur’un seçkin sınıfı ve kralı tarafından hoş karşılanmadı. Yavaş yavaş Akadlılar, Sümerli tüccarların işlerine ortak olmaya, topraklara göz dikmeye başladılar. Bazı Akadlı aileler, Sümer topraklarında kalıcı olarak yerleşme talebinde bulunuyordu. Bu, zaten güç kaybeden Sümer şehir devletleri arasında büyük bir gerilim yarattı.

Bir gece sabaha karşı, Ur’un surlarında nöbet tutan askerlerden biri, uzakta bir ateşin yandığını fark etti. Akad çadırlarının oradan yükselen bir duman bulutu, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte şehre yayıldı. Sargon, halkının daha fazla beklemeye dayanamayacağını anlamıştı. İçlerinden bazıları, hayatta kalmak için Sümer’in içine sızmayı planlamıştı. Akadlılar artık köle değil, yeni bir başlangıç yapmak isteyen arzulu bir halktı.


Sargon, Ur’un kapılarına dayanıp, kral Lugal'a son bir kez kapıları tamamen açması için mühlet verdi: “Bize yer verin. Beraber yaşayalım. Topraklarınızı çalmayacağız. Ama bizi reddederseniz, o zaman bizi kimse durduramayacak.”


Lugal’ın gözleri karardı. “Bu topraklar bizimdir. Sizler misafirsiniz, daha fazlasını isteyemezsiniz,” dedi ve surların ardına çekildi. Açlıktan bitap düşen Akadlılar için bu son ret, onları çetin bir savaşa sürükledi.


O gece, Akadlılar Ur’a saldırdı. Şehrin surlarına tırmanarak kapıları kırdılar, açlığın ve çaresizliğin getirdiği bir güçle Sümer topraklarına yayıldılar. Sargon, şehre barış içinde girme arzusunu kaybetmişti. Sümerlilerin karşı koymaya mecali kalmamıştı. Ur yağmalandı, tapınaklar ateşe verildi ve büyük bir yıkım başladı.


Akadlılar yeni bir düzen kurmaya başladılar. Ur’un sokaklarında, eski Sümerliler ve Akadlılar bir arada yaşamaya mecbur kaldı. Bu iki halk, birbirine karışarak yeni bir medeniyetin temellerini attı. Artık Sümer değil, Akad’ın adı yükseliyordu. Eski köleler artık efendiliğini inşa ediyordu. 


Sümer’in sonu, bir göçmen akınıyla gelmişti. Ama bu çöküş, aynı zamanda yeni bir başlangıcın da habercisiydi. Akadlılar, Sümerlilerin bilgeliğini ve kültürünü miras alarak, Mezopotamya’da yeni bir imparatorluğun tohumlarını attılar. Bir halkın çöküşü, başka bir halkın doğuşu oldu.



Not; hikaye ve NFT resimler telif hakları yasası gereği izinsiz kullanılamaz



 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hintli Rahul'un Altın Rüyası

Bir zamanlar Varanasi şehrinin dar ve yoksul sokaklarında, Ganj Nehri’nin kıyısında yaşayan bir adam vardı. Adı Rahul’du. Rahul, eşi ve üç çocuğuyla derme çatma kerpiç bir evde yaşardı. Ailesine bakmak için her gün nehre iner ve sularını eşeleyerek altın parçacıkları arardı. Nehir, yüzyıllar boyunca zengin toprakları taşıdığı için altın da taşıyabilir, diye düşünüyordu. Bu düşüncesinde haksız da değildi. Her seferinde olmasa da, eleğin dibinde birkaç parça altın çamurun arasından ona göz kırpabiliyordu. Büyük bir sevinçle onları yıkayıp kesesine koyardı. Sonra malzemesini bir güzel yıkayıp evinin yolunu tutardı. Belli bir miktar biriktirdikten sonra onları eritip iki ayrı levha haline getirirdi. Altını eritip kalıba döküşünü karısı ve çocukları uzaktan büyük bir merakla izlerdi. Levhaları soğutunca onları parlatır ve meraklarını gidermeleri için onlara verirdi. Küçük kızı ve karısı gözleri ışıldayarak altının güzelliğine hayran hayran bakarlardı. Ne kadar da güzellerdi. Sonra Rahul alt

SÜMERLERİN EN AHLAKLI İNSANI KASAP DUMUZİ'NİN HİKAYESİ

  Sümer topraklarının bereketli şehirlerinden biri olan Lagaş'ta, Dumuzi adında genç bir kasap yaşardı. Dumuzi, kasaplık mesleğini babasından öğrenmiş, küçük yaşlardan itibaren hayvanları nasıl dikkatle seçip kestiklerini, nasıl etleri temiz bir şekilde hazırladıklarını gözlemlemişti. Babası ona hep, “Kasaplık sadece hayvan kesmek, eti kemikten ayırmak değildir. İnsanların sofralarına helal lokma koymak, onlara güven vermek ve ahlakla çalışmak demektir,” diye tembihlerde bulunurdu. Babası ölünce Dumuzi, babasının mirası olan bu dükkânı devraldı. Genç adam sadece babasının işini sürdürmekle kalmayıp, mesleğini ahlaki değerlere dayandırarak bir adım ileri taşımayı hedefledi. Dumuzi, etin tazeliğine ve kalitesine çok önem verirdi. Şehirdeki diğer kasapların çoğu, ellerinde kalan etleri uzun süre bekletir, hatta bozulmuş eti satırla çekip, çeşitli bitkilerle kokusunu bastırır, satmaya çalışırdı. Ancak Dumuzi, asla bu yolu seçmedi. “Namus ve ahlak, kazandığın altından daha değerlidir,”

Zenginliğe Giriş Dersleri 3: Birikim Yapmanın Dayanılmaz Hafifliği

  İki hafta önce Antalya’da düzenlenen küçük çaplı bir bayi toplantısına davetliydim.   Yanılmıyorsam 6 Temmuz akşamıydı. Çıkışta buraları iyi bilen, genç müteşebbis dostum Murat ısrar etti: “Hocam Millilerimizin maçı kaçmaz. Mutlaka izleyelim.” “Olur” dedim. Kırmadım. Ne yalan söyleyeyim, ben de izlemeyi çok istiyordum, ama biraz yorgundum. Konyaaltı’nda sahil boyunca birkaç mekâna girmeyi denedik ama ne mümkün! Hınca hınç dolu her yer. “Hocam bir de millette para yok diyorsunuz, bakın halk hep dışarıda!” diye takıldı bana Murat. “İnşallah maç bitmeden bir yerlere otururuz” diye karşılık verdim ben de. Biraz bozuldu. Mekanların ve AVM’deki yiyecek-içecek, giyim bölümlerinin sürekli dolu olmasının nedenlerinden biri Türkiye’deki ortalama %5’lik “kaymak tabaka”dır.   İkincisi dışarıdan gelen gurbetçiler ve turistler, üçüncüsü de, herkese ekmek su gibi dağıtılan yüksek limitli kredi kartlarıdır. Kredi kartı faizlerinin yükselmesiyle kartlar arasında aktar-dönder yapanların bir s