Ana içeriğe atla

Mardinli Telkari Ustası Gabriel

 Mardin, Hz.Nuh'un gemisinin indiği Cudi Dağının batısında yer alır. Gemi karaya oturup da, sular çekilmeye başlayınca, Nuh Peygamber secdeye kapanarak “Rabbim, bu toprakları bizler için bereketli kıl!” diyerek dua ettiğine inanılır. Öyle ki, toprağın her miliminden türlü bitkiler fışkırır. Muzdan incire, kirazdan kayısıya, üzümden zeytine akla gelebilecek her meyve en tatlı haliyle yetişir. Hasat zamanı buğday ve arpadan ambarlar, silolar dolar da dolar. Fazlası çevre bölgeleri, tekmil Mezopotamya vilayetlerini besler. Kerkük'ten, Musul'dan, Zaho'dan, Kamışlı’dan rengarenk güvercinler gelir, gökyüzünde taklalar atarak tarlalara iner, karınları şişene kadar yerler de yerler. Göçmen kuşlar Dicle'nin yamacında soluklanır, susuzluğunu giderir. Şehir, Fırat ve Dicle nehirlerinin arasında yer alan Mezopotamya ovasına hâkim bir tepe üzerine kurulmuştur. Çevresi geniş ovalar, tepeler ve dağlarla çevrilidir. Mardin, kendine özgü sarımsı taşlardan yapılmış evleri ve dar sokaklarıyla bilinir. Bu taşlar, güneş ışığı altında altın sarısı bir renk alır ve şehrin mimarisine karakteristik bir görünüm kazandırır. Dar sokakları, taş evleri ve tarihi yapıları şehrin albenisini artırmıştır: Mardin Kalesi, Ulu Cami, Zinciriye Medresesi, Deyrulzafaran Manastırı ve Kasımiye Medresesi, şehrin en önemli tarihi yapılarından sadece birkaçıdır. Şehrin taş işçiliği, özellikle de telkari sanatı, zengin kültürünün bir parçasıdır. Tüm bunlar Mardin'e beynelmilel bir değer kazandırmış, tarih boyunca pek çok medeniyetin ilgisini çekmiştir.




Mardin’in tarihi, MÖ 4500'lere kadar uzanır. Şehrin adı Süryanice kaleler kenti demek olan "Marde" den gelir. Romalıların Süryanilerden alarak “Maride” dedikleri şehire, Araplar ‘Maridin’ demişlerdir. Şehir, Sümerler, Akadlar, Asurlular, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Selçuklular, Artuklular ve Osmanlılar gibi birçok farklı uygarlığın egemenliği altında kalmıştır. Özellikle 12. ve 13. yüzyıllarda Artuklu dönemi Mardin'in altın çağı olarak kabul edilir. Bu dönemde inşa edilen camiler, medreseler ve hanlar, şehrin mimari zenginliğinin en önemli örnekleridir. Artuklular döneminde Mardin, İslam dünyasında önemli bir kültür ve ticaret merkezi haline gelmiştir. Bu zengin tarihi geçmiş, Mardin’in mimarisine, kültürüne ve toplumsal yapısına derin bir çeşitlilik katmıştır: Müslümanlar, Süryaniler, Ermeniler, Keldaniler, Yahudiler ve Şemsiler (Güneşe tapanlar) yüzyıllar boyunca bu şehirde bir arada yaşamış, bu da Mardin’in kültürel zenginliğini artırmıştır. Süryaniler, Mardin ve çevresinde çok sayıda manastır ve kilise inşa etmişlerdir; bu yapıların birçoğu günümüzde hala ayaktadır. Kadim bir millet olan Süryaniler çalışkanlıklarıyla bu bölgede çok varlıklı olmuşlardır. 

Mardin'in en zengin adamı Süryani Gabriel idi. Bölgenin en meşhur kuyumcusu ve telkari ustasıydı. Bazı zamanlar altın ve gümüşün kıtlıkta olduğu dönemlerde adamlarıyla yola düşer, Beytüşşebap üzerinden Hakkari'ye geçer, oradan da katırlarla İran'a giderek çokça altın ve gümüş getirirdi. Getirdiği altın ve gümüşlerden binbir çeşit takılar yapar, kadınlar onları satın alıp düğünlerde takabilmek için sıraya girerdi. Gabriel babası Corc'tan aldığı işi daha da ilerletmiş. Kazandığı parayı bereketli Mardin ovasının topraklarına yatırmıştı. Zenginliği arttıkça artmış ve namı katlanarak yayılmıştı. 

Yine bir İran yolculuğu sırasında eşkıyalar kervana pusu kurdu. Yoğun bir çatışma yaşandı. İki tarafta canını dişine takmıştı. Biri servetini korumak, diğeri serveti ele geçirmek için durmadan tetiğe basıyordu. Gabriel'i kıstırdıkları sırada gözü kara adamlarından biri kendini ona siper etti. Son nefesini vermeden üç eşkıyayı daha öldürüp, geri kalanları püskürttü. Bu cesur adam olmasa Gabriel çoktan ölmüştü. Adam ölmeden önce “Oğlum Şeyhmus sana emanet. Benden başka kimsesi yok” diye sayıklayıp ruhunu teslim etti. 

Gabriel döner dönmez Şeyhmus'u buldurup, yanına aldı. On altısında sıska, mahzun bir çocuktu. Onu diğer çocuklarından ayırmadı. Ona telkari ve gümüşün inceliğini öğretti. 





Şeyhmus'u ve diğer çocuklarını kız erkek ayırmadan atölyeye toplar, onlara ders verirdi. “Altın ve gümüş işiyle uğraşıp fakir olan birini gördünüz mü? Bunlar tılsımlı madenlerdir, ona dokunanı, ruhunu hissedeni ihya eder. O kişiyi anlar, onunla bütünleşir ve asla kaybetmesine izin vermez” derdi. 

Gabriel'in güzelliği dillere destan bir kızı vardı. Adı Susanna idi. Susanna babasının şarap imalathanelerini işleten güzel olduğu kadar yetenekli de bir kızdı. Süryani şarabı bölgede olduğu kadar komşu ülkelerde de meşhurdu. Mahlepli şarabı ilk yapanın Sasanna'nın dedesi Corc olduğu iddia edilirdi. Susanna imalathaneleri dolaşıp tadımları yaptıktan sonra babasını ziyarete Kuyumcular Çarşısına gelirdi. Sokağın başında beyaz atından iner, altın sarısı saçları ve düzgün, inci gibi dişleriyle ışık ve gülücükler saçarak, ağır ağır çarşıda yürümeye başlardı. Onu görenler hayranlıkla oturduğu yerden kalkar, saygıyla selamlardı. Herkes bir iki dakika aptallaşır, ellerindekini nereye koyacaklarını bilemez, sonra da kızın güzelliğinden bahsetmeye başlarlardı. 

Şeyhmus, Susanna’ya körkütük aşık olmuştu. Ona Suzi derdi. İsmini her söyleyişinde karın boşluğundan milyonlarca kelebek havalanıverirdi. Kızına olan ilgisini fark edince Gabriel, Şeyhmus'u evden ayırdı. Kadirşinas bir adamdı, sözünü unutmadı. Şeyhmus'a çarşının başında küçük bir atölye verdi. Lakin onunla bütün ilişiğini kesti. Kızını da çok sevdiği bir dostunun büyük oğluyla evlendirmek üzere, annesiyle birlikte Amerika'ya yollamaya karar verdi. Gemi bir buçuk ay sonra Lazkiye limanından kalkıyordu. Haberi alan Şeyhmus çok üzüldü, yemeden içmeden kesildi. Birkaç günde düşünceden saçlarının neredeyse yarısı beyazladı. 

Atölyede öylece günlerce oturdu. Masanın üzerinde işlenmeyi bekleyen gümüş külçeleri öylece duruyordu. Atölyeyi açar açmaz Antepli çok zengin bir aileden zümrüt ve safir taşlarla süslenmiş, telkari gerdanlık ve kemer siparişi almıştı. Bu onun kendini ispat etme sınavı olacaktı. Öylesine gösterişli yapmalıydı ki, görenlerin gözlerini alamayacağı şaheserler olmalıydı. Ama gelin görün ki, Şeyhmus'un elini kaldıracak mecali kalmamıştı. Kaç gündür gümüş külçeler öylece işlenmeyi bekliyordu. 




Masanın başına geldi. Ustası Gabriel'in sözlerini hatırladı. Elini gümüşün üzerine koyup ruhunu hissetmeyi denedi. Onları sevgiliymiş gibi okşadı. Derken aklına bir fikir geldi. Elindeki bu işi bitirip her şeyi geride bırakarak kendisi de biricik aşkıyla Amerika'ya gidecekti. Neden olmasındı? İşini orada da devam ettirebilirdi. Bu fikir aklını başından aldı. Sevinçten atölyenin içerisinde kırlangıçlar gibi uçuşmaya, çığlıklar atmaya başladı. Kendine gelince oturdu, siparişi aldığı aileye, 9 Ağustosta Lazkiye Limanından Amerika'ya kalkacak olan gemiye kendisi için bir bilet almalarını rica eden bir mektup yazdı. Çevresi geniş olan aile için bu çok kolay bir işti. Siparişlerini Antep'e kendisiyle getirecek, yaptıkları tüm masrafları hesaptan düşecekti. Bir mektup da canından çok sevdiği biricik aşkı Susanna'ya yazdı: Durumu ona anlatıp 9 Ağustosta mutlaka geleceği müjdesini verdi. Kalbi kıpır kıpırdı. Kendisini mutlaka orada bekleyecekti. Amerika'da kuracakları hayatın hayallerine dalarak mektupları göndermek üzere dışarı çıktı. Daha sonra gelip atölyedeki ateşi harlayarak işe koyuldu. 

Tel haline getirdiği gümüşleri başladı dantel gibi işlemeye. Siparişleri sekiz günde bitirdi. Gece gündüz demeden çalışmıştı. Daha sonra kalan gümüşler ve değerli taşlarla Susanna'ya gemide hediye edeceği gerdanlığı yapmaya koyuldu. Her yorulduğunda gözlerini kapatıyor, Susanna'nın gerdanlığı gördüğünde yaşayacağı mutluluğu hayal ederek yeniden işe koyuluyordu. Acele etmeliydi. Karkamış'a giden tren altı gün sonra kalkacaktı. Durmadan çalıştı. Çok az uyudu. Trenin kalkacağı sabah ustalık eserini bitirdi. Ortaya çıkan gerdanlığa hayran hayran baktı. Çantasını önceden hazırlamıştı. Son bir kez kontrol etti. Her şey tastamamdı. Gerdanlıkları ve kemerleri kutularına koyup bir başka çantaya yerleştirdi. Tam Suzi'sinin gerdanlığını masadan alacaktı ki, atölyenin kapısı açıldı. İçeri üç kişi girdi. “Şeyhmus sen misin?” diye sordular kabaca. 

“Evet, benim” diye cevapladı. “Atölye kapalı. Ne istemiştiniz?” Gözü bu adamları hiç tutmadı. Ama aklı bir saat sonra kalkacak olan trendeydi. Ne istiyorladı ki bu saatte? Sipariş vermek için sabahın körünü mü seçmişlerdi? 

“Biz” dedi içlerinden en yapılı olanı “babanın bir soysuzun parasını korumak için öldürdüğü eşkıya Koçero'nun çocuklarıyız. Yıllardır bu günü bekledik. Babamızın kanının intikamını almaya geldik.” 

İntikam mı? Kan mı? Nedenini bilmediği bir olay için kendisi nasıl suçlu olabilirdi? Olan olmuş, geçen geçmiş, biten bitmişti! Kim olduklarını dahi bilmiyordu. Ne olur onu bıraksınlardı. Karıncayı bile incitmemişti. Ne isterlerse verirdi.

Diğer ikisi, şaşkınlık ve korkudan dizlerinin bağı çözülen Şeyhmus'u tartaklamaya başladı. Kollarını arkadan tuttu birisi, bir diğeri ensesinden kafasını masaya bastırdı. Yapılı olan masadaki gerdanlığı ceketinin yan cebine tıkıştırıverdi. Çantalarda, sağda solda değerli ne varsa hepsini bir çuvala doldurdu. Şeyhmus, kendinden geçmiş bir şekilde ağlamaklı, yaşadıkları gözünün önünden bir film perdesi gibi geçiverdi. Trenin son düdüğü çın çın öttü. Susanna annesiyle kompartımana yerleşmiş olmalıydı. Birazdan Antep'e doğru yola çıkacak, oradan Halep'e, bir gece orada konakladıktan sonra Lazkiye'ye varacaklardı. Binecekleri gemi denizde nazlı nazlı akacaktı. Bambaşka, yepyeni bir hayata başlayacaklardı.

Yapılı olan adam, Şeyhmus'un günlerdir uyuyup uyandığı kanepenin köşesindeki yastığı aldı. Kafasına bastırdı. Belindeki tabancayı çıkarıp mermiyi ağzına sürdü. Tetiğe bastı. 

Diclenin kıyısından birkaç turna havalandı. Mardin ovası yükselen güneşle kavrulmaya başlamıştı bile. Uzaklardan, çok uzaklardan sıcak bir rüzgar otları hışırdatıyor, kara tren ovanın ortasında kara bir yılan gibi uzanıyordu. 






Not: Hikaye ve NFT fotoğraflar telif hakları yasası gereği izinsiz şekilde kullanılamaz. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hintli Rahul'un Altın Rüyası

Bir zamanlar Varanasi şehrinin dar ve yoksul sokaklarında, Ganj Nehri’nin kıyısında yaşayan bir adam vardı. Adı Rahul’du. Rahul, eşi ve üç çocuğuyla derme çatma kerpiç bir evde yaşardı. Ailesine bakmak için her gün nehre iner ve sularını eşeleyerek altın parçacıkları arardı. Nehir, yüzyıllar boyunca zengin toprakları taşıdığı için altın da taşıyabilir, diye düşünüyordu. Bu düşüncesinde haksız da değildi. Her seferinde olmasa da, eleğin dibinde birkaç parça altın çamurun arasından ona göz kırpabiliyordu. Büyük bir sevinçle onları yıkayıp kesesine koyardı. Sonra malzemesini bir güzel yıkayıp evinin yolunu tutardı. Belli bir miktar biriktirdikten sonra onları eritip iki ayrı levha haline getirirdi. Altını eritip kalıba döküşünü karısı ve çocukları uzaktan büyük bir merakla izlerdi. Levhaları soğutunca onları parlatır ve meraklarını gidermeleri için onlara verirdi. Küçük kızı ve karısı gözleri ışıldayarak altının güzelliğine hayran hayran bakarlardı. Ne kadar da güzellerdi. Sonra Rahul alt

SÜMERLERİN EN AHLAKLI İNSANI KASAP DUMUZİ'NİN HİKAYESİ

  Sümer topraklarının bereketli şehirlerinden biri olan Lagaş'ta, Dumuzi adında genç bir kasap yaşardı. Dumuzi, kasaplık mesleğini babasından öğrenmiş, küçük yaşlardan itibaren hayvanları nasıl dikkatle seçip kestiklerini, nasıl etleri temiz bir şekilde hazırladıklarını gözlemlemişti. Babası ona hep, “Kasaplık sadece hayvan kesmek, eti kemikten ayırmak değildir. İnsanların sofralarına helal lokma koymak, onlara güven vermek ve ahlakla çalışmak demektir,” diye tembihlerde bulunurdu. Babası ölünce Dumuzi, babasının mirası olan bu dükkânı devraldı. Genç adam sadece babasının işini sürdürmekle kalmayıp, mesleğini ahlaki değerlere dayandırarak bir adım ileri taşımayı hedefledi. Dumuzi, etin tazeliğine ve kalitesine çok önem verirdi. Şehirdeki diğer kasapların çoğu, ellerinde kalan etleri uzun süre bekletir, hatta bozulmuş eti satırla çekip, çeşitli bitkilerle kokusunu bastırır, satmaya çalışırdı. Ancak Dumuzi, asla bu yolu seçmedi. “Namus ve ahlak, kazandığın altından daha değerlidir,”

Zenginliğe Giriş Dersleri 3: Birikim Yapmanın Dayanılmaz Hafifliği

  İki hafta önce Antalya’da düzenlenen küçük çaplı bir bayi toplantısına davetliydim.   Yanılmıyorsam 6 Temmuz akşamıydı. Çıkışta buraları iyi bilen, genç müteşebbis dostum Murat ısrar etti: “Hocam Millilerimizin maçı kaçmaz. Mutlaka izleyelim.” “Olur” dedim. Kırmadım. Ne yalan söyleyeyim, ben de izlemeyi çok istiyordum, ama biraz yorgundum. Konyaaltı’nda sahil boyunca birkaç mekâna girmeyi denedik ama ne mümkün! Hınca hınç dolu her yer. “Hocam bir de millette para yok diyorsunuz, bakın halk hep dışarıda!” diye takıldı bana Murat. “İnşallah maç bitmeden bir yerlere otururuz” diye karşılık verdim ben de. Biraz bozuldu. Mekanların ve AVM’deki yiyecek-içecek, giyim bölümlerinin sürekli dolu olmasının nedenlerinden biri Türkiye’deki ortalama %5’lik “kaymak tabaka”dır.   İkincisi dışarıdan gelen gurbetçiler ve turistler, üçüncüsü de, herkese ekmek su gibi dağıtılan yüksek limitli kredi kartlarıdır. Kredi kartı faizlerinin yükselmesiyle kartlar arasında aktar-dönder yapanların bir s