Ana içeriğe atla

KAYIP HAZİNEYİ ARAYAN HABİR EL BAĞDADİ'NİN HİKAYESİ

Ürdün'ün sıcak ve kurak arazisinde Wadi Rum diye bir yer vardı. Wadi Rum'un diğer adı Ay Vadisiydi. Petra'ya üç günlük mesafedeydi. Kum taşı ve granit kaya içinde oluşmuş bu vadi içinde, ülkenin ikinci yüksek dağı olan Rum Dağı ve Bilgeliğin Yedi Sütunu olarak anılan bir tepe bulunuyordu. Wadi Rum'un gölgesinde, bir bedevi çadırında  Habir adında bir adam yaşardı. 



 Habir, Bağdat'ta varlıklı bir tüccar iken kervanları yağmalanınca, kısa sürede tefecilere borçlandı ve her şeyini kaybetti. Elde avuçta bir şey kalmayınca iki eşi ve çocukları onu kapı dışarı etti. Elinde, Harut ile Marut'un yazdığına inanılan, atalarından kalma bir kitap, Roma Ordusunun hazinelerinin gömülü olduğu yeri gösteren bir harita ve büyü formüllerinden başka hiçbir şey yoktu. Üç yıldır bu bölgede araştırmalar yapıyordu. En büyük hayali, Ürdün’ün derinliklerinde, kumların altında gömülü olduğu söylenen büyük Roma hazinesini bulmak, yeniden çok zengin olarak kendisine sırt çevirenlerden intikam almaktı. Kazmayı her vurduğunda bunu düşünüyor ve daha da hırslanıyordu. Yıllardır bu hazinenin peşindeydi. Onun cinlerle konuştuğuna, karanlık güçlerle anlaştığına ve hazinelerin yerlerini bulabileceğine dair söylentiler dolaşırdı. İnsanlar ona hem korkuyla bakar, hem de bu gizemli adama yardım etmek isterlerdi. Elindeki haritaya bakarak işaretli yerlerin tümünü kazmış, tek bir kuruşa dahi rastlayamamıştı. Bazen o taraflardan geçen bedeviler kendisine ekmek, süt ve hurma verir, kazılarına yardım ederlerdi. En son kazısında devasa bir kayaya denk geldi. Kaya o kadar büyüktü ki, kendisi gibi diğer meraklılar da hazinenin bu kayanın altında olabileceğine inanıp dört elle kazma küreklere sarıldı. Sırayla kazarak kayanın altına bir tünel açtılar. Ancak birkaç insan iskeleti dışında hiçbir şeye rastlamadılar. Habir ile yine epey bir alay edip güldüler. Çaresiz haline bakarak acıdılar. Biraz ekmek, süt ve hurma verip, kendisine başka bir meşgale bulmasını tavsiye ederek, kum tepelerine doğru develerini sürdüler. 

Bir gece, ayın kızıl ışıkları çöle vurduğunda, Habir elindeki büyü kitabını alarak yeniden tılsımlar üzerinde çalışmaya başladı. Eski Arapça dua ve büyüler mırıldanarak, kağıda harfler yazarak cinleri çağırdı.



Çadırını aydanlatan lambası aniden sönünce yüreği hop etti. Çok korkmuştu. Sıcak lambayı bir bezle tutup dışarı çıktı. Ay ışığına tuttu. Yeterince yağı ve fitili vardı. Neden sönmüştü? Derken çölün rüzgarı bir anda kesildi. Sessizlik o kadar yoğundu ki, Habir, kalbinin atışlarını bile duyabiliyordu. Tam o anda, gözlerinin önünde gölgeler belirmeye başladı. Cinlerden biri, göz kamaştırıcı bir hızla siyah bir katırın üzerinde önünde şekillendi. Bu, Arap yarımadasının en güçlü cinlerinden Teykel'di. İki metre boyunda, patlak gözlü, sakalı göbeğine kadar inen bir insan suretinde kendisine göründü. 

“Sen, Abdülcabbar oğlu Habir! Şemharuş'un isteği üzere buraya gelmek ve elindeki kitabı almakla görevlendirildim. Bu yüce kitabın senin gibi haris bir adamın elinde heba olması ne yazık! Kitabın hatırı hürmetine canın bağışlandı. Ancak akıl melekeni alacağım ve geri kalan ömründe mecnunlar kavmine katılacaksın.”

Habir dondu kaldı, tek kelime edemedi. 

Teykel, çadıra girip yerdeki kitabı aldı ve özenle heybesine yerleştirdi. Haritayı katlayıp cebine koydu. Korkudan ağzı midesine kadar kurumuş olan Habir'in boğazı düğüm düğüm oldu, ancak kaybedeceği bir şeyi olmayanlara gelen o son cesaretle elini cebine atıp, tılsımlı çengelli iğnesini çıkardı ve Teykel'in yüzüne tutarak iğneyi kapattı.

“Artık benim esirimsin. Seninle bir anlaşma yapacağım,” dedi Habir, korkusunu bastırarak. “Bana hazineleri bulmamda yardım edersen, seni serbest bırakacağım.”

Teykel öyle bir kahkaha attı ki, bütün vadide yankılandı. “Beni bu şekilde tutsak edeceğini mi sanıyorsun? Cinler dünya üzerindeki hazineleri bilirler ama bu hikmeti insanlarla paylaşmaları yasaklandı. Öyle olmasa, cinlerle evlenen, tılsımlı muskalar yazan kişiler dünyanın en zengini olurdu. Ama birçoğu hırsının kurbanı oluyor. Senin hırsın da, senin felaketin oldu.”

“Tamam” dedi Habir. “Kaderime razı oldum. Fakat senden bir isteğim var. Üç yıldır bu bölgede gezmedik yer bırakmadım. Hazineyi gösteren haritadaki bütün işaretli yerleri kazdım. Hazineye ulaşamadım. Bana bir kez onu göster. Altının sıcaklığına son bir kez dokunmama izin ver. Ondan sonra dilersen hükmü uygula.”

Teykel, düşündü. Habir'e şöyle bir baktı, belki de haline acıdı. “Tamam” dedi. “Beni takip et.” 

Vadiden açılan yolda çöle doğru epey yürüdüler. Habir'in kazdığı, kayaya denk geldiği çukura geldiler. Kaya ay ışığının altında parıldıyordu. Teykel, Şemharuş'un dört hazine muhafızını selamladı. Ve onlara Habir'in anlamadığı kadim dilde, sırlı birkaç cümle söyledi. 

“Kiminle konuştun?”

“Şemharuş'un hazine muhafızlarıyla. Unutma, yeryüzündeki ve yeraltındaki hiçbir hazine sahipsiz değildir.”

Gökyüzü aydınlanmaya başlamış, ufuk çizgisi kızıla boyanmıştı. İkisi birden çukura indiler. Kayanın yanına geldiler. Kaya, Teykel'in omuzlarına geliyordu. Eliyle kayanın yüzeyini yokladı. Kare şeklinde yapıştırılmış kapağı eliyle çekip alınca binlerce altın sikkenin delikten yayılan ışıltısı gözlerini kamaştırdı. Habir, kayayı o kadar incelemesine rağmen girişini fark edememesine hayret etti. Toprağın altında bütün ayrıntılar yok olmuş, kapak mühürlenmişti. Yenilgiye uğrayan Roma İmparatorluğuna bağlı birlikler geri çekilmeden önce kayaları oyarak kasa haline getirmiş, içlerini altınlarla doldurmuşlardı. Bir gün geri dönme umuduyla bu kaya kasaları toprağa gömmüşlerdi.

Habir, altın sikkelere dokunup iç geçirdi. Artık çok geçti. Teykel kapağı kapayıp lehimledi. Çukurdan çıktılar. Teykel, çukurun yanıbaşındaki toprak yığınlarını birer birer devirip çukuru kapattı. O kadar güçlüydü ki, onca insanın aylarca kazıp çıkardığı toprağı birkaç ayak vuruşuyla doldurmuştu yerine. 

“Hükmü uygulayacak mısın?” Dedi ağlamaklı bir tonda. 

“Sırra ulaşan hiç kimse, bu dünyada artık eskisi gibi yaşayamaz. Sana her şeyi unutturacak, bir daha da hatırlamaman için akli yeteneğini senden alacağım.” dedi. 

Devasa elini Habir'in başına koyup bir şeyler mırıldandı. Artık çok geçti. Habir de, yeryüzündeki diğer temiz kalpli, kıyamet gününde sorguya çekilmeden yok edilecek mecnunlar kavminin bir üyesi olmuştu. Cinlerle yapılmış anlaşmaların bedeli ağırdı.

Sonraki gün, bedevilerden bir grup adam, çadırında Habir'i bulamayınca “acaba hazineyi buldu mu?” diye çölde onu aramaya giriştiler. 

Yalnızca kumların üzerinde duran giysilerini bulabildiler. Ne Habir'in hazinesi, ne de kendisi vardı. 

Çevrede, onun cinlerle yaptığı anlaşmanın sonuçlarına dair korkunç hikayeler anlatılmaya başlandı. Kulaktan kulağa hikayesi yayıldı. Efsaneye dönüştü. Kadınlar uyumayan çocuklarını Habir gelecek diye korkutarak uyutuyordu. Vadiden geceleyin geçen bazı kervanlar, bir adamın çırılçıplak dolaştığını ve tuhaf hareketler yaptığını anlatıyordu. 

Wadi Rum’un sessiz gecelerinde, çöl rüzgarı Habir’in fısıltılarını taşıyordu. Kayalıkların arasından bir baykuşun ötüşü duyuluyordu. Ağır ağır akan kumların altındaki gömülü binlerce hazine, muhafızlarıyla uyumaya devam ediyordu. 






Not:Hikayeler ve NFT resimler telif hakları yasası gereği izinsiz kullanılmamalıdır. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hintli Rahul'un Altın Rüyası

Bir zamanlar Varanasi şehrinin dar ve yoksul sokaklarında, Ganj Nehri’nin kıyısında yaşayan bir adam vardı. Adı Rahul’du. Rahul, eşi ve üç çocuğuyla derme çatma kerpiç bir evde yaşardı. Ailesine bakmak için her gün nehre iner ve sularını eşeleyerek altın parçacıkları arardı. Nehir, yüzyıllar boyunca zengin toprakları taşıdığı için altın da taşıyabilir, diye düşünüyordu. Bu düşüncesinde haksız da değildi. Her seferinde olmasa da, eleğin dibinde birkaç parça altın çamurun arasından ona göz kırpabiliyordu. Büyük bir sevinçle onları yıkayıp kesesine koyardı. Sonra malzemesini bir güzel yıkayıp evinin yolunu tutardı. Belli bir miktar biriktirdikten sonra onları eritip iki ayrı levha haline getirirdi. Altını eritip kalıba döküşünü karısı ve çocukları uzaktan büyük bir merakla izlerdi. Levhaları soğutunca onları parlatır ve meraklarını gidermeleri için onlara verirdi. Küçük kızı ve karısı gözleri ışıldayarak altının güzelliğine hayran hayran bakarlardı. Ne kadar da güzellerdi. Sonra Rahul alt

SÜMERLERİN EN AHLAKLI İNSANI KASAP DUMUZİ'NİN HİKAYESİ

  Sümer topraklarının bereketli şehirlerinden biri olan Lagaş'ta, Dumuzi adında genç bir kasap yaşardı. Dumuzi, kasaplık mesleğini babasından öğrenmiş, küçük yaşlardan itibaren hayvanları nasıl dikkatle seçip kestiklerini, nasıl etleri temiz bir şekilde hazırladıklarını gözlemlemişti. Babası ona hep, “Kasaplık sadece hayvan kesmek, eti kemikten ayırmak değildir. İnsanların sofralarına helal lokma koymak, onlara güven vermek ve ahlakla çalışmak demektir,” diye tembihlerde bulunurdu. Babası ölünce Dumuzi, babasının mirası olan bu dükkânı devraldı. Genç adam sadece babasının işini sürdürmekle kalmayıp, mesleğini ahlaki değerlere dayandırarak bir adım ileri taşımayı hedefledi. Dumuzi, etin tazeliğine ve kalitesine çok önem verirdi. Şehirdeki diğer kasapların çoğu, ellerinde kalan etleri uzun süre bekletir, hatta bozulmuş eti satırla çekip, çeşitli bitkilerle kokusunu bastırır, satmaya çalışırdı. Ancak Dumuzi, asla bu yolu seçmedi. “Namus ve ahlak, kazandığın altından daha değerlidir,”

Zenginliğe Giriş Dersleri 3: Birikim Yapmanın Dayanılmaz Hafifliği

  İki hafta önce Antalya’da düzenlenen küçük çaplı bir bayi toplantısına davetliydim.   Yanılmıyorsam 6 Temmuz akşamıydı. Çıkışta buraları iyi bilen, genç müteşebbis dostum Murat ısrar etti: “Hocam Millilerimizin maçı kaçmaz. Mutlaka izleyelim.” “Olur” dedim. Kırmadım. Ne yalan söyleyeyim, ben de izlemeyi çok istiyordum, ama biraz yorgundum. Konyaaltı’nda sahil boyunca birkaç mekâna girmeyi denedik ama ne mümkün! Hınca hınç dolu her yer. “Hocam bir de millette para yok diyorsunuz, bakın halk hep dışarıda!” diye takıldı bana Murat. “İnşallah maç bitmeden bir yerlere otururuz” diye karşılık verdim ben de. Biraz bozuldu. Mekanların ve AVM’deki yiyecek-içecek, giyim bölümlerinin sürekli dolu olmasının nedenlerinden biri Türkiye’deki ortalama %5’lik “kaymak tabaka”dır.   İkincisi dışarıdan gelen gurbetçiler ve turistler, üçüncüsü de, herkese ekmek su gibi dağıtılan yüksek limitli kredi kartlarıdır. Kredi kartı faizlerinin yükselmesiyle kartlar arasında aktar-dönder yapanların bir s