Ana içeriğe atla

Hintli Rahul'un Altın Rüyası





Bir zamanlar Varanasi şehrinin dar ve yoksul sokaklarında, Ganj Nehri’nin kıyısında yaşayan bir adam vardı. Adı Rahul’du. Rahul, eşi ve üç çocuğuyla derme çatma kerpiç bir evde yaşardı. Ailesine bakmak için her gün nehre iner ve sularını eşeleyerek altın parçacıkları arardı. Nehir, yüzyıllar boyunca zengin toprakları taşıdığı için altın da taşıyabilir, diye düşünüyordu. Bu düşüncesinde haksız da değildi. Her seferinde olmasa da, eleğin dibinde birkaç parça altın çamurun arasından ona göz kırpabiliyordu. Büyük bir sevinçle onları yıkayıp kesesine koyardı. Sonra malzemesini bir güzel yıkayıp evinin yolunu tutardı. Belli bir miktar biriktirdikten sonra onları eritip iki ayrı levha haline getirirdi. Altını eritip kalıba döküşünü karısı ve çocukları uzaktan büyük bir merakla izlerdi. Levhaları soğutunca onları parlatır ve meraklarını gidermeleri için onlara verirdi. Küçük kızı ve karısı gözleri ışıldayarak altının güzelliğine hayran hayran bakarlardı. Ne kadar da güzellerdi. Sonra Rahul altınları kuşağına bağlar zengin mahallesinin yolunu tutardı. Bir levhayı kardeşinin borcundan düşmek üzere tefeciye verirdi. Diğerini de sarrafta paraya çevirir, evin esnafa olan borçlarını ödemek üzere yeniden yola koyulurdu. 

     Rahul’un hayatı zorluklarla doluydu. Altın arayışı ona sadece geçim sağlamıyordu, aynı zamanda bir umut kaynağıydı. Her gün eleği suya daldırdığında, gözleri parıldayan bir hazine hayaliyle dolardı. Belki de bir gün, nehirden koca bir parça altın çıkar ve tüm sıkıntıları sona ererdi. Kim bilir? 

     Kardeşi kentin en azılı tefecisine yüksek meblağda borçlanmış, ödeyemeyince borçlarına Rahul kefil olmak zorunda kalmıştı. Böylece kardeşinin hayatını kurtarabilmişti. Küçük kardeşi ise oğlunu evlendirmek istemiş, kız tarafı yüksek miktarda altın isteyince o da Rahul'ün kapısını çalmıştı. Karısının kolundaki bilezikleri ve biriktirdiği diğer altınları geri almak sözüyle vermiş, ancak kardeşi bir daha oralı olmamıştı. Hindistan'da altın itibar göstergesiydi. Yaz mevsimiyle birlikte bazı düğünlerde kilolarca altın takılabiliyordu. Küçük kardeşinin zengin mahallesindeki evinin önünden geçerken, insanlara karşı bu kadar iyi davranırken, herkesin ona karşı böylesine zalim olmasına anlam veremedi. Esnaflara uğramadan önce tapınağa giderek dua etmeye karar verdi. Derken karşıdan tefeciden kurtardığı kardeşi geliverdi. Kardeşi, Rahul'un kendisini gördüğünü anlamasa yolunu değiştirip gözden kaybolacaktı. 

“Rahulji, düşüncelere dalmış nereye gidiyorsun böyle?”

Heybetli, yağız bir atın üzerinde, beyaz giyitleriyle İngiliz subaylarını anımsatıyordu. Cilalanmış çizmesinde kendi yorgun, avurtları çökmüş yüzünü görünce hüzünlendi. “Tapınağa gidiyorum bhai!” Durumu düzeltmiş, işlerini yoluna koymuştu. Fakat Rahul'un kendisine kefil olduğunu ve onun borçları yüzünden çocuklarıyla kıt kanaat geçinmek zorunda kaldığını unutmuştu. 

“Bizler için de dua etmeyi unutma Rahulji. En kısa zamanda hediyelerle ben de ziyaret edeceğim”

Atını asilce mahmuzladı. Vedalaşıp ayrıldılar. 

“Zamana Tanrılar hükmeder, insanoğlu ise hep ölmek için yaratılmıştır.” diye yazıyordu tapınağın girişinde. Dualar mırıldanarak içeri girdi. Ruhu öylesine sıkıntıyla doluydu ki, yoksul bedenine tanrısal huzurun gireceği delik kalmamıştı. Gözlerini tanrı Ganeşa'nın som altından yapılma heykelinden ayırmadan dualarına devam etti. Ama bir türlü o eski huzuru ve hafifliği yakalayamıyordu. Bir an aklına bir kene gibi yapışan o fikri bir türlü söküp atamadı. Tanrı Ganeşa'nın heykelini çalıp eritme fikri o kadar hoşuna gitti ki, uzun süredir böyle coşku duymamıştı. Bütün borçlarını ödemesine ve bu sefil hayattan kurtulmasına yardım edebilirdi. Zaten tanrılar bunun için değil miydi? 

Daha sonra gönlünü daraltan düşüncelerinden dolayı utandı. Kutsal Tapınakta nasıl böyle şeyler düşünebilirdi. Ağlamaklı bir duvarın kenarına kıvrıldı. Az sonra tatlı bir uykuya daldı. Rüyasında Ganj Nehrinin sularına dalıyordu. Bir balık kadar kıvrak ve özgürdü. Derken dipte çamura saplanmış bir parıltı gördü. Hızla oraya yüzerek iki yumruk büyüklüğünde altın külçesini çamurun içinden aldı. Şimdiye kadar bu kadar büyüğünü görmemişti. Yüreği dayanılmaz bir hafiflik ve utkuyla doldu. Sudan çıkarak külçeyi bir beze sardı ardından tapınağın yolunu tuttu. Tapınağa geldiğinde kendini duvarın dibinde huzurla uyurken gördü. Ardından rahiplerin yanına giderek altın külçesini tapınağa bağışladı. Tanrılara bugünkü sapkın düşüncelerinden dolayı kendisini affetmeleri için yalvardı. 

Rahul uyandığında kendini bir tüy kadar hafif hissetti. Güzel ve anlamlı bir rüya görmüştü. Ganeşa'nın kendisini affetmesi için dua ettikten sonra, bu haftaki kazancını tapınağa bağışlayacağına dair yemin etti. Bir hafta daha kemerlerini sıkmak, kimseyi zorlamayacaktır diye düşündü. 

Tapınaktan çıktığında yine kardeşini gördü. Atından inerken ona gülümsüyordu. Böylesi bir ata kim bilir kaç rupi ödemişti. Rahul'ün yanına gelip bu kez saygıyla elini öptü. İngiltere'deki bir ortağıyla çay ihracatı yaptığını ve yeniden çok para kazanmaya başladığını söyledi. Bu akşam bir gemiyle İngiltere'ye doğru yola çıkacaktı. Kendisi için yaptıklarından minnettardı. Rahul'e elinde tuttuğu çantayı uzattı. Rahul şaşkınlıkla çantayı aldı. Epey ağırdı. Çantayı araladığında içinin para ile dolu olduğunu gördü. Birkaç külçe altın da vardı. 

“Dur, ne yapıyorsun! Şehrin bütün hırsızlarını peşine takacaksın!” 

“Burada ihtiyacımdan fazlası var, bunu kabul edemem.” Dedi Rahul, çantayı uzatarak. 

“Her kuruşunu hak ettin ağabeycim! Kendine ve ailene iyi bak. Yeğenlerimi benim için öp.” Sarılıp ağlaştılar. Atına binip uzaklaştı. 

Şimdi Rahul elinde kimine göre büyük bir yük, kimine göre büyük bir servetle kalakaldı. Bir taraftan sevinç ve coşku, diğer tarafta şaşkınlık içindeydi. Az önce tapınakta verdiği söz aklına geldi. Çantayı olduğu gibi tanrıların sunağına mı bırakmalı, yoksa kaypak kişilerin gittiği yolu mu tutmalıydı? Vicdani ikircimle çantayı göğsüne sıkı sıkıya bastırarak yolun karşısına geçti. Sokaklar her zamanki yoksul kalabalığında büyük bir uğultuyla akmaya devam ediyordu. Uzaktan serin bir rüzgar esiyor, nehre inen yol boyunca dizili ağaçların inleyip ah ettiği duyuluyordu. 






Not: Telif hakları gereği hikayelerin ve NFT resimlerin izinsiz kulanılmaması gerekmektedir.


 

Yorumlar

Adsız dedi ki…
Hikayenin devamını bekliyoruz :) Teşekkürler
Adsız dedi ki…
Hikayenin devamını bekliyoruz böyle yarım kalmamalı :) Teşekkürler

Bu blogdaki popüler yayınlar

SÜMERLERİN EN AHLAKLI İNSANI KASAP DUMUZİ'NİN HİKAYESİ

  Sümer topraklarının bereketli şehirlerinden biri olan Lagaş'ta, Dumuzi adında genç bir kasap yaşardı. Dumuzi, kasaplık mesleğini babasından öğrenmiş, küçük yaşlardan itibaren hayvanları nasıl dikkatle seçip kestiklerini, nasıl etleri temiz bir şekilde hazırladıklarını gözlemlemişti. Babası ona hep, “Kasaplık sadece hayvan kesmek, eti kemikten ayırmak değildir. İnsanların sofralarına helal lokma koymak, onlara güven vermek ve ahlakla çalışmak demektir,” diye tembihlerde bulunurdu. Babası ölünce Dumuzi, babasının mirası olan bu dükkânı devraldı. Genç adam sadece babasının işini sürdürmekle kalmayıp, mesleğini ahlaki değerlere dayandırarak bir adım ileri taşımayı hedefledi. Dumuzi, etin tazeliğine ve kalitesine çok önem verirdi. Şehirdeki diğer kasapların çoğu, ellerinde kalan etleri uzun süre bekletir, hatta bozulmuş eti satırla çekip, çeşitli bitkilerle kokusunu bastırır, satmaya çalışırdı. Ancak Dumuzi, asla bu yolu seçmedi. “Namus ve ahlak, kazandığın altından daha değerlidir,”

Zenginliğe Giriş Dersleri 3: Birikim Yapmanın Dayanılmaz Hafifliği

  İki hafta önce Antalya’da düzenlenen küçük çaplı bir bayi toplantısına davetliydim.   Yanılmıyorsam 6 Temmuz akşamıydı. Çıkışta buraları iyi bilen, genç müteşebbis dostum Murat ısrar etti: “Hocam Millilerimizin maçı kaçmaz. Mutlaka izleyelim.” “Olur” dedim. Kırmadım. Ne yalan söyleyeyim, ben de izlemeyi çok istiyordum, ama biraz yorgundum. Konyaaltı’nda sahil boyunca birkaç mekâna girmeyi denedik ama ne mümkün! Hınca hınç dolu her yer. “Hocam bir de millette para yok diyorsunuz, bakın halk hep dışarıda!” diye takıldı bana Murat. “İnşallah maç bitmeden bir yerlere otururuz” diye karşılık verdim ben de. Biraz bozuldu. Mekanların ve AVM’deki yiyecek-içecek, giyim bölümlerinin sürekli dolu olmasının nedenlerinden biri Türkiye’deki ortalama %5’lik “kaymak tabaka”dır.   İkincisi dışarıdan gelen gurbetçiler ve turistler, üçüncüsü de, herkese ekmek su gibi dağıtılan yüksek limitli kredi kartlarıdır. Kredi kartı faizlerinin yükselmesiyle kartlar arasında aktar-dönder yapanların bir s