Demre, Toros Dağları'nın eteklerinde, Akdeniz kıyısında yer alır. Kuzeyde dağlarla çevrili olup, güneyde Akdeniz'in berrak ve mavi sularına açılır. Şehrin hemen dışında, portakal ve nar bahçeleriyle çevrili geniş düzlükler bulunur. Zeytin ağaçları, narenciye bahçeleri, defne, keçiboynuzu ve çam ağaçları, Demre’nin doğasında önemli yer tutar. İlkbaharda her rüzgar estiğinde, her yer limon çiçeği kokar. Bu bitki örtüsü, dağların eteklerinden kıyıya kadar uzanır ve göz alabildiğine her yeri çiçeğe, yeşile boyar.
Demre'nin kuzeyinde Toros Dağları yükselir. Dağlar, ormanlarla kaplı yamaçlara ve derin vadilere sahiptir. Bu dağlar, bölgeyi iç kesimlerden ayıran doğal bir sınır oluşturur. Özellikle kireçtaşı yapısına sahip olan dağlık alanlar, birçok derin vadi ve mağaralar barındırır.
Demre, Akdeniz kıyısındaki sulak alanlarıyla da dikkat çeker. Bölgedeki küçük çaylar, denize dökülmeden önce deltalar ve küçük bataklıklar oluşturur. Bu alanlar, çeşitli kuş türlerine ev sahipliği yapar. O kadar çok kuş iner kalkar ki, bazen kanat sesleri ta dağlardan duyulur. Bu bölgenin en önemli kişisi Aziz Nikolas'tır. Öyle ki namı tüm dünyaya yayılmıştır.
Nikolas, üçüncü yüzyılın sonlarında, Likya Birliğinin başkenti Patara kentinde doğdu. Genç yaşta anne ve babasını kaybedince, büyük bir servetin sahibi oldu. Zenginliğin verdiği huzurla uyuduğu bir gece, bir rüya gördü: Rüyasında İsa Peygamber ona elini uzatıyordu. Avucunu açtığında tüyleri altından bir tavuskuşu kanatlarını çırparak gökyüzüne doğru uçmaya başlıyordu. Uyandığında kan ter içerisinde kalmıştı. Kuşun sesi hala kulaklarındaydı. Ne güzel bir sesti! Neyi var neyi yok, her şeyini amcasına satıp, kendini dine adadı. Uzun süre bir manastıra kapandı. Daha sonra servetini küçük bir sandığa koyup eşeğiyle birlikte Demre'ye geldi.
Nikolas, uzak diyarların söylencelerini dinleyerek büyümüştü. Yaşlı rahiplerin destanlarla dolu dini anlatıları, onun genç yüreğinde büyük bir ateş yakmıştı. Bu ateş, onu yıllar sonra, yollara düşürmüştü. Adı anılmayan, sesi duyulup da varlığı görülmeyen bir kuşun peşine düşmüştü. İsa Peygamber ona ne anlatmak istemişti?İhtiyar papazın söylediğine göre, bu kuşun sesi insanın ruhunu arındırır, ona bilgelik bahşederdi. Bu sesin peşine düşen herkesin son durağı, ya dağların zirvesinde bir mağara ya da ormanın derinliklerinde kaybolmuş bir hikmet pınarıydı.
Patara'nın dar sokaklarından çıkıp, dağları, ovaları aşarak Toroslara vardığında, o kuşun sesini bulacağına inanıyordu. Bataklığa geldiğinde onbinlerce kuş görmüştü. Onları rahatsız etmeden oturup dinlemeye başlamış; onların derin bilgeliği, dağların rüzgarına, taşların şarkısına karışmıştı.
Her sabah, gün henüz doğmadan uyanır, dağların derinliklerine doğru yürürdü. Güneşin ilk ışıkları Torosların zirvelerine vurduğunda, kuşların cıvıltısı da başlardı. Ancak Nikolas'ın kulağı, o tek ve eşsiz sesi arıyordu. Ne kadar dinlese de o sesi bulamıyordu. Bazı günler, bir an için kalbi durur gibi olur, bir sesten umutlanırdı. Ama o ses, aradığı ses değildi. Aylar geçti, Nikolas dağların her köşesini aradı ama o kuşun sesini bulamadı.
Umudunu büsbütün yitirdi. Bir gece konakladığı bir mağarada kazdığı bir çukura sandığını gömdü. Sabah eşeğiyle Torosların dik yamaçlarından inip, Demre'nin geniş ve bereketli topraklarına geri döndü. Bir umut yine bataklığa geldi. Burada, yine binlerce kuş, rüzgarın ve suyun şarkısına eşlik ediyordu. Özellikle flamingolar, güneşe karşı kanat açtıklarında, bataklık bir anda pembeye boyanıveriyordu.
Gözyaşlarına boğularak kiliseye geldi. Kendini insanlığa adadı ve bu fani dünyadan elini eteğini çekti.
Likya’nın sıcak topraklarında, portakal bahçeleri ve denizin tuzlu esintisi arasında, Demre'deki küçük bir kilisenin içinde piskopos Nikolas sessizce dua ediyordu. Yaşı ilerlemişti; az ötedeki portakal bahçesinde keyifle uçuşan arıların vızıltısını duyamıyordu, artık saçları bembeyaz, yüzü derin çizgilerle doluydu. Ancak kalbindeki iyilik ve yardımseverlik ateşi, gençlik yıllarındaki kadar güçlüydü. Kimi akşam ekmeğini bir yolcuyla paylaşır, belki de o gece aç yatardı. Ertesi gün yiyecek bir şey bulamazsa şükretmeye devam ederek yola düşer. Dağlardan topladığı birkaç meyveyle karnını doyururdu. Ona göre şükran duymak, başımıza ne geldiğiyle değil, olanı nasıl kabul ettiğimizle ilgiliydi.
O akşam Nikolas, kilisenin kapısına bırakılmış küçük bir paket buldu. İçinde eski bir kumaşa sarılmış bir mektup vardı. Mektupta, Demre'nin biraz dışında, dağlık bir bölgede yaşayan bir aileden bahsediliyordu. Fakirlik içinde yaşayan bu aile, bir zamanlar Demre’nin varlıklı bir ailesiydi, ama bir yangın tüm mallarını yok etmişti. Anne ve baba, üç küçük çocuklarıyla zor koşullar altında yaşam mücadelesi veriyordu.
Mektubu okuduğunda Nikolas, derinden etkilendi. Aklına kendi anne babası geldi. Onlar erkenden bu dünyadan göçüp gitmese, bunca acıyı çeker miydi? “Vardır elbette bunda da bir hikmet” diyerek kendini avuttu. Bu ailenin yaşadığı zor durumu hafifletmek için bir şeyler yapmalıydı. Yıllar boyunca biriktirdiği tüm yardımları ve bağışları insanlara dağıtmış, geriye pek bir şey kalmamıştı. Bu biriktirdiği para da, evlilik çağına gelmiş üç kızı olan bir baba içindi. Kızlarının her biri genç, güzel ve erdemliydi. Lakin yoksulluk yüzünden, onları evlendirmek için gerekli olan çeyizi sağlayamıyordu. Bu bölgede çeyiz olmadan evlenmek mümkün değildi ve eğer evlenmezlerse, kızların akıbeti hiç hoş olmayacaktı. Keşke sandığını sakladığı mağarayı hatırlayabilseydi! Günlerce aramış durmuş, fakat sakladığı yeri bir türlü bulamamıştı.
O gece, kimselere görünmeden kiliseden çıktı. Beyaz sakalları rüzgârda dalgalanırken, elinde taşıdığı eski bir torbayla dağ yoluna doğru eşeğiyle yürümeye başladı. Torbanın içinde, kilisenin duvarındaki eski bir sandıktan çıkardığı birkaç altın sikke ve birkaç yiyecek vardı. Bunlar yeterli değildi, ama elinden gelen buydu.
Dağ yolunda giderken, gecenin karanlığında birden durdu. Bir ses işitti. “Aman Tanrım” diye haykırdı. Bu yıllardır peşine düştüğü kuşun sesiydi. Neye uğradığını şaşırdı. Az kalsın eşekten düşecekti. Mağaraların olduğu yöne doğru kanat çırpan bir ışık görünce kendine geldi. O tarafa doğru eşeğini hızla sürdü. Yaşlı kalbi küt küt atıyordu. Gençliğinden beri aradığı mucizenin sırrına çok yakındı artık. Yağız bir at gibi, sahibiyle heyecanlanan eşeği dört nala koşmaya başlamıştı. Patikaları aşarak kapısı parıldayan bir mağaraya geldi. Eşeğinden indi. O kadar hızlı nefes alıyordu ki, şuracıkta düşüp can verecekti. İçeri adım attığında, mağara duvarlarının parıldadığını gördü. Etrafını saran bu ışıltı, sanki gökyüzünden düşmüş yıldızların ışığıydı. Mağaranın ortasında, kazdığı çukurdan çıkarılmış sandığını gördü.
Arkasına döndü. Mağaranın girişinin hemen ötesinde bir çam ağacının üzerinde altın tüylü tavuskuşu ona bakıyor, karanlığı aydınlatıyordu, ağaç ışıl ışıldı.
Nikolas, sandığın kapağını açtı. İçi altın ve mücevherlerle doluydu. “Tıpkı bıraktığım gibi” diyerek altınlara dokundu. Ancak, zenginlik onu heyecanlandırmadı. Gerçek hazinesini bulmuştu. Tanrıya şükrettikten sonra, sandığı eşeğe yükledi.
Mağara tekrar sessizleşti. Sonra, mağaradaki ışık yavaşça sönmeye başladı.
“Yıllardır senin sesini duyabilme, o güzel tüylerini görebilme umuduyla bu yüreğim yandı kül oldu. Neler çektim bir bilsen! Gidip geldiğim bu dağlar taşlar ancak anlar beni. Neden geldiğini biliyorum. Son görevimi tamamlayacağım. Beni burada bekle olur mu? Tekrar döneceğim.”
Yol boyunca dönüp dönüp arkasına baktı. Işık azaldı, azaldı, sonra gecenin karanlığında yitip gitti.
Sabah olduğunda, Demre’nin dağ köylerinde mucizeler konuşuluyordu. Yıllardır zor durumda olan aileler, bir gece ansızın kapılarında altın dolu torbalar bulmuşlardı. Kimin getirdiğini kimse bilmiyordu, ama herkes bu yardımların arkasında yardımsever Nikolas’ın olduğunu tahmin ediyordu. Büyük bir kalabalık gürültüyle yola düştü. Kiliseye vardıklarında onu bulamadılar.
Günler geceler boyu dağ eşiklerinde, bataklıklarda, mağaralarda onu arayıp durdular. Ondan hiçbir ize rastlayamadılar. Ta ki, dağ köylerinden bir delinin onun eşeğine bindiğini görene kadar. Delinin iki yakasına yapışıp Nikolas'a ne olduğunu sordular! Adamcağız ağlamaklı, Nikolas'ın şu dağın başında ışıltılar saçan bir kuşun üstüne bindiğini, daha sonra da tan yeri ağarırken ufukta gözden yitip gittiğini anlattı. Hepsi birbirine bakıp kahkahayı basıverdi. Bir deliden başka ne umulurdu ki? O günden sonra Nikolas'ın ismi daha az duyulur oldu. Sonra unutuluverdi. Ninelerin geceleri torunlarına anlattığı masallar olmasa, büsbütün unutulup gidecekti. Nikolasların adı değişti, rengi değişti, zamanı değişti. Ama bir şey değişmedi: iyi hamurlu insanın içindeki ahlak ve erdem. Kimisi bir kese altının içinde zenginliği ararken, kimisi için asıl zenginlik, bir ömüre sığdırılmış iyiliğe ve umuda aitti. Bazı geceler Torosların üzerinden Akdenize altın sarısı tüyleriyle bir kuşun uçtuğu görüldüğü söylense de, bir umutla bekleyenlerin yıldızı misali, gökyüzünde kayıp gitti.
Not: Hikaye ve NFT resimleri telif hakları kanunu gereği izinsiz kullanılamaz
Yorumlar