Ana içeriğe atla

Simyacı

 Bana neden hep altın ve para üzerine hikayeler anlattığımı soruyorlar. E ne demişler, tilkinin kırk tane hikayesi varmış, kırkı da tavuk üstüne. Yalnız bu hikayeleri bazılarının izinsiz yayınladığını görüyorum. Yapmayalım lütfen. Emeğe saygı. Neyse. Bakın, dinleyin ne anlatacağım: Bir zamanlar, antik Sümer kentlerinden birinde yaşayan bir adam vardı. Adı Enkidu’ydu. Enkidu, demiri altına çevirmenin sırrını arıyordu. Bu efsanevi simya gücünü elde etmek istiyor, krallar kadar büyük bir zenginliğe kavuşmayı planlıyordu. 

Enkidu, günlerini demir madenlerini araştırarak ve alkimistlerle konuşarak geçirirdi. Ancak bir türlü başarılı olamıyordu. Bir gün, kırsalda dolaşırken, susamış yaşlı bir kadınla karşılaştı. Ekmeğini ve suyunu onunla paylaştı. 

Kadın ona, bu ıssız madenlerde neden dolaştığını sordu. 

“Demiri altına ve gümüşe çeviren simya sırrını arıyorum,” dedi. 

Kadın, ona bilgece gülümsedi ve şunları söyledi:


“Enkidu, demiri altına çevirmenin sırrı, içindeki bilgelik ve sevgiyle bulunur. Demiri sadece bir maden olarak görmek yerine, onun doğasını anlamaya çalışmalısın.”

Enkidu şaşırmıştı. “Ama nasıl?” diye sordu.

Kadın, ona içi yarıya kadar dolu yeşil bir şişe uzattı. Enkidu’ya doğanın dengesini gözlemlemesini, demirin yapısını anlamaya çalışmasını ve içindeki enerjiyi keşfetmesini önerdi. İstediği şey için güneydeki Eridu şehrine gidecek, tanrı Enri'nin hikmet çeşmesini bulacak ve bunun üzerine tefekkür ederek çeşmenin akmasını bekleyecekti. Eğer akmaya başlarsa şişenin kalanını o suyla dolduracaktı. İşte o zaman, istediği an herhangi bir demir parçasının üzerine bir damla damlatması yeterli olacaktı. 

“Sakın açgözlülük ve doymazlık ile bu sırrı heba etme, bu hem senin hem de iksirinin sonu olur!” dedi.

Enkidu kuşku dolu bir ifadeyle sordu: “Söyle bana, elinde böyle bir kudret varken, neden kendin için bir şeyler yapmıyorsun da, bu çilekeş ve yoksul hayatı seçiyorsun?”

“Çok basit, herkes kendi zenginliğine kavuşmak ister. Senin için altın değerli bir madenken, benim için sadece sarı bir taş parçasıdır. Benim varsıllığım bilgeliğin getirdiği huzur ile heva ve heveslerinden arınmış sağlıklı bedenimdir.”

Enkidu kabalığından utanarak kadının ellerini tutup öptü ve vedalaştılar.

Enkidu, kadının öğütlerini dinledi. Zaman kaybetmeden yola koyuldu. Güneye doğru Fırat Nehrini takip ederek yürüdü durdu. Yolculuğu çetin geçti ve iki hafta sürdü. Kah bıldırcın, kah keklik avlayıp pişirdi. Bazen de Fırat Nehrinin kendine sunduğu balıkları yiyerek tatlı uykulara daldı. Çeşmeyi bulması iki gününü aldı. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdeydi. Çeşmeden tek damla su akmıyordu. Bilge kadının dediği gibi çeşmenin yanıbaşında günler geceler geçirmeye başladı. Yedinci günde, bir şafak vakti, düşünceler içindeyken bir ışık gördü. Bu ışık, demirin özündeki enerjiydi. Derken çeşmeden boğuk bir ses yükseldi ve akabinde berrak, hoş kokulu bir su akmaya başladı.

Enkidu, şaşkınlık içinde elleri titreyerek şişeyi koynundan çıkardı ve çeşmeden doldurdu. 

Çok geçmeden hançerini yere koydu. Şişedeki sıvıdan itinayla bir damla iksiri üzerine damlattı. Hançer, damlanın düştüğü yerden ışıldayarak altına dönüştü. Enkidu heyecandan nefessiz kalmıştı, kalbi deli gibi çarpıyordu. Artık hazine taşıyan bir şişeye sahipti. Ve dünyanın en zengin krallarından bile daha varlıklıydı. Bunu herkese göstermeli, bu sihrin heyecanını her yüreğe tattırmalıydı. Şehir şehir dolaşıp, aynı ritüeli aynı heyecanla yapmaya devam etti. Bir şehirden bir şehre geçerken kervanında altınları taşıyan katır ve deve sayıları katlanarak artıyordu. Muhafızları günbegün daha da çoğalıyordu.

Derken ülkenin dört bir tarafına yayılan namı, Lagaş Kralı Urgakina'nın da kulağına gitti. Kral şehrine gelen bu simyacıyı, askerler ve muhafızlar arasındaki çetin bir dövüşten sonra, esir alarak sarayına getirtti. Kısa sürede varlıklı bir devlet kadar zenginliğe ulaşan Enkidu'nun hikayesi kral Urgakina'nın aklını başından aldı: Şişeyi boynundaki zincirden koparıp krala götürdüler. 

“Bu iksiri nasıl kullanacağım? Çabuk söyle!” 

Az sonra içine konulup alevler içine atılacağı, etinin haşlanarak kemiklerinden ayrılacağı bakır buzağıya baktı. Hırsına, kalabalıkların ilgisine ve altının gücüne yenik düşmüştü. Oysa ki sessiz sakin, ancak yine altınlarına sahip olacağı bir hayatı seçebilirdi. 

Krala, şişedeki iksirin tümünü içerek kadim bilgeliğe ve sonsuz zenginliğe sahip olabileceğini söyledi hıçkırıklara boğularak. 

Kral salonu inleten bir kahkaha patlatıp emri verdi. Enkidu'yu bakır buzağıya koyup kapağını kapattılar, alevler içinde sallandırıp eti kemiğinden ayrılana dek haşladılar. Enkidu'nun çığlıkları tüm Lagaş şehrinde yankılanırken, kral şişeyi kafasına dikti. Kanındaki demirle birleşen iksir, kralı tahtta oturan altın bir heykele dönüştürdü. 

Kralın heykeli de dahil olmak üzere, bu sırlı iksirden oluşan altınlar kendisine sahip devletlerin dünyanın en müreffeh ve kudretli devleti olmasını sağladı. Bu altınlar defalarca eritilerek paraya, kolyelere, küpelere çeşitli ziynet eşyalara dönüştü. Elden ele, cüzdandan cüzdana dolaştı. Dünyanın dört bir tarafına yayıldı: Sümerlerden, Akadlara, oradan Asurlulara, Babillerden Karun'un hazinesine kadar kendine yer bulmayı bildi. Krallar değişti, devletler değişti, dünya değişti, ama bir şey değişmedi: O da insanoğlunun zenginlik hırsı, altına olan aşkı ve tamahı.




Not: Telif hakları gereği eser ve NFT resimlerin izinsiz kullanılmaması gerekmektedir.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hintli Rahul'un Altın Rüyası

Bir zamanlar Varanasi şehrinin dar ve yoksul sokaklarında, Ganj Nehri’nin kıyısında yaşayan bir adam vardı. Adı Rahul’du. Rahul, eşi ve üç çocuğuyla derme çatma kerpiç bir evde yaşardı. Ailesine bakmak için her gün nehre iner ve sularını eşeleyerek altın parçacıkları arardı. Nehir, yüzyıllar boyunca zengin toprakları taşıdığı için altın da taşıyabilir, diye düşünüyordu. Bu düşüncesinde haksız da değildi. Her seferinde olmasa da, eleğin dibinde birkaç parça altın çamurun arasından ona göz kırpabiliyordu. Büyük bir sevinçle onları yıkayıp kesesine koyardı. Sonra malzemesini bir güzel yıkayıp evinin yolunu tutardı. Belli bir miktar biriktirdikten sonra onları eritip iki ayrı levha haline getirirdi. Altını eritip kalıba döküşünü karısı ve çocukları uzaktan büyük bir merakla izlerdi. Levhaları soğutunca onları parlatır ve meraklarını gidermeleri için onlara verirdi. Küçük kızı ve karısı gözleri ışıldayarak altının güzelliğine hayran hayran bakarlardı. Ne kadar da güzellerdi. Sonra Rahul alt

SÜMERLERİN EN AHLAKLI İNSANI KASAP DUMUZİ'NİN HİKAYESİ

  Sümer topraklarının bereketli şehirlerinden biri olan Lagaş'ta, Dumuzi adında genç bir kasap yaşardı. Dumuzi, kasaplık mesleğini babasından öğrenmiş, küçük yaşlardan itibaren hayvanları nasıl dikkatle seçip kestiklerini, nasıl etleri temiz bir şekilde hazırladıklarını gözlemlemişti. Babası ona hep, “Kasaplık sadece hayvan kesmek, eti kemikten ayırmak değildir. İnsanların sofralarına helal lokma koymak, onlara güven vermek ve ahlakla çalışmak demektir,” diye tembihlerde bulunurdu. Babası ölünce Dumuzi, babasının mirası olan bu dükkânı devraldı. Genç adam sadece babasının işini sürdürmekle kalmayıp, mesleğini ahlaki değerlere dayandırarak bir adım ileri taşımayı hedefledi. Dumuzi, etin tazeliğine ve kalitesine çok önem verirdi. Şehirdeki diğer kasapların çoğu, ellerinde kalan etleri uzun süre bekletir, hatta bozulmuş eti satırla çekip, çeşitli bitkilerle kokusunu bastırır, satmaya çalışırdı. Ancak Dumuzi, asla bu yolu seçmedi. “Namus ve ahlak, kazandığın altından daha değerlidir,”

Zenginliğe Giriş Dersleri 3: Birikim Yapmanın Dayanılmaz Hafifliği

  İki hafta önce Antalya’da düzenlenen küçük çaplı bir bayi toplantısına davetliydim.   Yanılmıyorsam 6 Temmuz akşamıydı. Çıkışta buraları iyi bilen, genç müteşebbis dostum Murat ısrar etti: “Hocam Millilerimizin maçı kaçmaz. Mutlaka izleyelim.” “Olur” dedim. Kırmadım. Ne yalan söyleyeyim, ben de izlemeyi çok istiyordum, ama biraz yorgundum. Konyaaltı’nda sahil boyunca birkaç mekâna girmeyi denedik ama ne mümkün! Hınca hınç dolu her yer. “Hocam bir de millette para yok diyorsunuz, bakın halk hep dışarıda!” diye takıldı bana Murat. “İnşallah maç bitmeden bir yerlere otururuz” diye karşılık verdim ben de. Biraz bozuldu. Mekanların ve AVM’deki yiyecek-içecek, giyim bölümlerinin sürekli dolu olmasının nedenlerinden biri Türkiye’deki ortalama %5’lik “kaymak tabaka”dır.   İkincisi dışarıdan gelen gurbetçiler ve turistler, üçüncüsü de, herkese ekmek su gibi dağıtılan yüksek limitli kredi kartlarıdır. Kredi kartı faizlerinin yükselmesiyle kartlar arasında aktar-dönder yapanların bir s